NAĞME
NAĞME i. (Ar. nağme)
- Kulağa hoş gelen âhenkli ses, ezgi: Akşam üstü kırlarda keklik sesi işitmemiş olanlar, bu saate ve bu tabiata yakışan en hoş nağmeyi duymamışlar demektir (Refik Halit Karay). Birtakım hoyratlar, mayalar bütün Bingöl havâlisinin malıdır. Bingöl çobanlarının koyun otlatırken çaldıkları kaval nağmelerinden izler taşır (Ahmet Hamdi Tanpınar). Cıvıl cıvıl söylediğin türkünün / Oynak nağmesinde bahar geliyor (Cahit Sıtkı Tarancı).
- mus. Bir mûsikî parçasında bestekârın kullandığı ses veya sesler topluluğu, motif: Seslerden nağme, nağmelerden cümle, cümlelerden hâne, hânelerden müstakil mûsikî eseri inşâ edilir (Yılmaz Öztuna).
- mec. Yapmacıklı söz ve tavır: Hâlet için sen de yanıp kül olmuyorsun ya, nağme fazla başladı mı pasaportunu verirsin (Mahmut Yesâri).
* Nağme yapmak: Maksadını açıkça söylemeyip yapmacıklı bir tavır takınmak, olduğu gibi görünmeyip değişik söz ve tavırlarla karşısındakini oyalamak [Eskiden nağme etmek şeklinde de kullanılmıştır]: Tövbeler tövbesi ola ki aklım ermedi. Ben size ne deyip nağme ediyorum, sizi neden yoruyorum? (Hüseyin Rahmi Gürpınar).
* Nağme-han: (-hiz, -keş, -perdaz, -saz, -serâ, -zen) birl. sıf. (Fars. hān “okuyan”, hiz “sıçrayan”, keş “çeken”, perdāz “düzenleyen”, sāz “yapan”, serā “şarkı söyleyen”, zen “vuran” ile) �?arkı okuyan, türkü söyleyen: Ey nağme-serâ-yı meclis-i tûl-i emel / Bir meclise çok değil mi bu kâr u amel (Azmîzâde Hâletî). Şevk-i hatiyle nağme-serâ andelîb-i dil / Fasl-ı bahâr mürg-ı hoş-âvâzı söyletir (Fıtnat Hanım). Olur dembedem nevha-ger, nağme-sâz ([tagTevfik Fikret[/tag]). Bülbül gibi nağme-sâz olurduk (Cenap �?ahâbeddin). Gönlüm gibi şeb-tâ-be-seher nağme-serâdır (Cenap Şahâbeddin).