Dans Salonunun Kuralları
Dans yarışmalarını filmlerde görürüz. Çiftler gece gündüz çalışırlar. Tam yarışma günü olan olur son saniyeye kadar sahneye çıkamazlar. Mutlaka içlerinden birisi ya hastalanır ya da o an aşkları biter. İşte o sahneden sonra aslında gerçek kahraman ekranlarda görülür. Düşünün bir “Dirty Dancing – Kirli Dans“ta öyle değil miydi? Ya da “Shall We Dance – Benimle Dans Eder Misin?” de durum farklı mıydı? Seyredip geçtiğim, aklımda sahnelerden çok müziklerin kaldığı filmlerdi bunlar. Halbuki dans görsel bir ziyafet değil mi? Niçin hatırlamıyorum? Belki de yeterince iyi çekilmediğinden. Olabilir mi?
“Strictly Ballroom – Dans Salonun Kuralları” filmini seyrettiğim an sorumun cevabının “evet” olduğunu öğrendim. Hiçbir zaman filmdeki ilk “Paso Doble” dansını unutmayacağım. Tıpkı “Moulin Rouge– Kırmızı Değirmen“deki “Tango del Roxanne” sahnesini unutmayacağım gibi.
Evet tahmin ettiğiniz gibi “Strictly Ballroom – Dans Salonun Kuralları” bir dans yarışması filmi. Kalbinin sesini dinleyip kendi kurallarını yazmak isteyen bir dansçının hikayesi. İlk duyuşta basit ama zevkle izlenen bir film gibi geliyor kulağa. Yanılıyorsunuz. Duyduğunuz her müziğin, her sözün bir anlamı var bu filmde. Tıpkı “Moulin Rouge – Kırmızı Değirmen”‘de ya da “Romeo + Juliet “te olduğu gibi. Müzik, dans ve şiir… Üçü bir araya gelip insanı büyülüyor. Sürekli modern zamanların kulaklarımıza aşina müziklerinin eski zamanlara adapte edilişini fark edip, vurgulamak istediğini anlamaya çalışıyorsunuz. Cindy Louper’ın “Time after time”ı çalarken takvimin yapraklarının dökülüşünü seyredip bir yandan da gerçekten bu şarkının takvim yapraklarında kaybolmayışına şaşıyorsunuz.
Bahsettiğim bu filmlerin bunlardan çok daha önemli bir ortak noktası var. Yönetmen ve senaryo yazarı üçünde de aynı kişi: Bazz Luhrmann. Bugüne kadar yalnızca bahsettiğim üç filmi çeken yönetmen bu filmlere “Red Curtain – Kırmızı Perde” üçlemeleri adını vermiş. Üçünde de büyülü dünyadan çıkmak istemiyor, aşkın, müziğin, dansın sizi sarıp sarmalamasını istiyorsunuz. Eğer sinemacılık gibi bir bölümde okuyor olsaydım kendi üslubunu yaratan bu adam hakkında tez yapmayı düşünürdüm. Seyretmediyseniz seyredin derim.
melankolik anlar için birebirdir moulin rouge’un, tango del roxanne sahnesi.. neyi özlediğini bilmediğin ama yoğun bir duyguyla geçmişin bulanık pencerelerinden baktığın anlarda sandıktan çıkartılıp dokunulan çeyizlikler gibi…
üslublu yöntemenlerden biri olduğu fikrine katılıyorum baz luhrmann’ın. fakat, kendi memleketinde çektiği bu filmini izleme şansım olmadı. bence bir başka ülsublu yönetmen de alejandro amenabar.. sanki hikaye yazar gibi çekiyor filmlerini adamcağız. okur gibi izliyorum ben onun filmlerini. bir de mesela bazı yazarlar var. romanlarını, hikayelerini okuduktan birkaç saat sonra gözlerimin önünden film sahneleri geçmeye başlıyor. düişünüyorum, ben bu filmi nerede izlemiştim acaba diye, sonra yoğunlaştıkça fark ediyorum ki bu filmi izlemedim ben, okudum. paul auster, o yazarlardan biridir benim için..
Kibrit Kutusu;
Others’ı seyrettiğimde pek keyif alamamıştım. Bir yerde otururken yan masadaki kişi sonunu arkadaşına söylerken duymuştum. Yani sürprizi kaçmıştı… Aynı şey 6. His’te de olmuştu… Onda da sinemada başka bir filmdeydim.
Bana da bazı kitaplar aynı duyguyu veriyor. Bazıları da hiç çekilemiyecek duygusunu veriyor. Zaten genelde çekildiğinde de hüsran oluyor. Paul Auster hiç okumamıştım. Gerçi eşimin İstanbul’da 2 kitabı vardı ama fırsat olmadı. 10 gün önce Timbuktu’yu aldım. Rilke’yi bitirebilirsem okuyacağım…
“others” doku olarak iyi bir filmdi, bir de gerilimin kaynağının öteki olmasi ama kimin öteki olduğu sorusunu ortaya atması gerilim sineması için içerik olarak da önemli bir katkı gibi gelmişti bana. öte yandan bir ilk film olan “tez” ve tom cruise’un el atmasıyla sadece gösterişe dönüşen ama orijinal haliyle bilinçaltı-vicdan sorgulamasını çok güzel bir şekilde yapan “aç gözlerini” hem konuyu işleyişi hem de duyguyu yansıtması açısından gene önemli eserler gibi… tabii sonra bir de “içimdeki deniz” var. gerilim filmlerinden sonra böyle bir anlatıyı bu şekilde ortaya koymak da önemli bir başarı gibi gelmişti bana. evet, fark ettiğiniz gibi, amenabar bana gel benim manevi kızkardeşim ol dese olacak durumdayım:D daha yaşlı olsa kızı da olurdum ama uygun değil.
kitaplara gelince.. aklımdaki tam olarak, bu kitaplar filme çekilse süper olur, gibi birşey değil aslında. onlar öyle, kitap oldukları halde çok iyiler ve filme de alınmasınlar. ama okurken, yazarın mahareti -belki de sihirbazlığı ile- hikaye zihinde tam anlamıyla canlanıyor gibi oluyor. fakat bu süreci okurken fark edemedim bile ben.. ince ince işliyor kendini metin, beynin görsellikten sorumlu ücra köşelerine:)bana sanki bir yazarın zirve yaptığı nokta budur gibi gelmişti, tabii bir açıdan. mesela rilke’nin bahsettiğiniz kitabını izlemiş gibi olmadım hiç ama hakikaten tattım anlattıklarını. biraz uydurukça bir kelime ama “duyumsadım”. mesela kitabın başlarında hamile kadınlarla ilgili yapılan tasviri, hissettim hakikaten de görmesem bile… neyse yaşlılıktan olacak lafı iyice uzattım.
paul auster’ın “yanılsamalar kitabı”nda olmuştu bahsettiğim şey bana. new yor üçlemesi öyle olmadı mesela. malesef timbuktu’yu da ben okumadım…
selamlar
Sevgili DevletÅah Hanım,
Paul Auster’dan bahsedildiÄinde yazmadan duramam. Ay Sarayı ve Å?ans MüziÄi’ni, Timbuktu’dan daha önce okumanızı tavsiye ederim. Satın almanızda bir sakınca yoktur çünkü zaten her kitaplıkta olması gerektiÄini düÅünürüm. Bana Auster’ı sevdiren iki kitaptır. Ay Sarayı bence hani Åu Ãlmeden Ãnce Okumanız Gereken 1001 Kitap adlı yayında yer almayı New York Ãçlemesi’nden daha çok hak ediyor.Bu arada bu tür listeler-ölmeden önce yapılması gerekenler, en iyi 100’ler, 1000’ler vs.- son derecede saçma bence.Bir okur için seçme özgürlüÄü herÅeyin ötesinde olmalı.
Konu baslÄınızla ilgili olarak yazacaÄım birÅey var: Dans yarıÅmaları bir kenara, dansın o güzel adımlarını Gene Kelly filmlerinde her seferinde mutlulukla seyrediyorum. Haldun Dormen’in yıllar önce TRT’de hazırlayıp sunduÄu “Kamera Arkası” adlı programı sayesinde sinemanın büyüsü içinde dansın, müzikallerin yerini öÄrenmiÅtim. Hala bir müzikal film içinde yer alan step dansını gördüÄümde seyretmeden duramayıÅımı biraz da Dormen’in anlatımına ve müthiÅ film arÅivine borçluyum. Step dansının ve filmlerinin baÅarılı ikilisi Fred Astaire ve Ginger Rogers’ı da Gene Kelly’nin yanında anmadan geçmeyelim.
Paul Auster ve müzikaller… Ä°ki favori konum, nasıl da bu yazınızda bir araya geliverdi? Bu siteyi sevmemin bir nedeni de bu galiba…
Sevgili Kibrit Kutusu;
Ben daha çok yeni kıtanın yönetmenlerini sevdiÄimi yakın zamanda fark ettim. Ne hikmetse bunlar sadece yönetmekle kalmıyor yazıyorlar da. Amenabar da filmlerinin müziklerini yapıyormuÅ. Yazmak ve yönetmek birbirine yakın gözükürken müziklerini yapmak baya deÄiÅik. Gerçi bizim evde sürekli bu tip mevzular canlı olarak yaÅanıyor. EÅim ve arkadaÅları yaptıkları film toplantılarında senaryolardan bahsedelerken, yönetmen arkadaÅı “Åurdan Åöyle olacak” diyor, eÅim “iÅte adam Åuradan bakarken Åöyle bir müzik girecek” diyor. O an sanki filmi perdede izliyor da üzerine konuÅuyorlar zannediyorum.
Neyse konuya geri döneyim. Benim en beÄendiÄim yönetmenlerin baÅında Andrew Niccol geliyor. Olaylara bakıŠaçısı, filmin içine yerleÅtirdiÄi objlerle de birÅeyler anlatması – Gattaca’da DNA sarmalı Åeklindeki merdiven gibi-, fotoÄraf karesi gibi görüntüler kısacası herÅey beni düÅündürüp etkiliyor. DediÄim gibi sadece görüntüler deÄil konular da beni düÅündürüyor. Mesela Trumann Show üzerine özellikle Åu yarıÅmalar münasebetiyle çook düÅünmüÅümdür. Tabi SavaÅ Tanrısı filmi baÅlı baÅına bir mevzu… Dünyanın kirli yüzüne ayna tutma. Å?imdi Ãevirmen gibi, ya da The Blood Dimond – Kanlı Pırlanta filmlerini seyretiÄimde bu silahlar oralara nasıl gidiyor biliyorum. Sanki bu filmler için kullanma klavuzu niteliÄinde.
Kitaplara gelince. Gerçekten bazı yazarlar hayal ettirmeyi iyi baÅarıyor. Ben “Koku” kitabının ilk iki sayfasını okuduÄumda burnumun direÄi kırılıyor zannettim. O balık pazarının, sokakların kokusundan. Bazen de dediÄiniz gibi ücra köÅelerde birikiyor ve birden gördüÄünüz bir Åeyle beraber kelimeler su yüzüne çıkıp kitap olmaktan gerçek olmaya bir adım atıyor.
Benim bu kadar uzatmam alenen gevezelikten. Ãenem kadar parmaklarım da geveze… Ama inana Åu yazıÅma o kadar keyif veriyor ki anlatamam.
Sevgili İlknur;
Paul Auster nedense bana hep soğuk gelmiştir. Halbuki önyargıları olan bir tip değilimdir. Ta ki geçenlerde Melike ile bir kitapçıya gidinceye kadar da okunacaklar sırasının üstlerinde değildi. Yani en azından bir şans vermeliyim düşüncesi vardı kafamda ama her seferinde önce şunu okyayyım sonra onu da okurum diyordum. Çok garip ki eşimle üzerine hi konuşmamışız. Neyse dediğim gibi Melike ile kitapçıda dolaşırken rafta gördüğüm romanını alıp “Nasıl hiç okudun mu?” diye sordum. O da “Sen okumadın mı? Çok okunası bir adamdır. İnsanı alıp götürür.” mealinde birşeyler söyledi. Tabi o sıralarda üzerinde konuştuğumuz yazarlarla mukayeseler yapınca kafamda birşeyler oluştu ve hiç de düşündüğüm gibi olmadığını anladım. Onun üstüne “Timbuktu”yu aldım. Evde New York Üçlemesi” vardı. Tabi İstanbul’da. Yine dediğim gibi Rilke’yi bitirebilirsem başlayacağım. Rilke’yi okumakta neden bu kadar zorlandığımı da anlamadım. Okudukça benzetmelerine hayran olup elimden bırakmak istemiyorum. Ama gel gör ki ertesi gün elime aldığımda “hımm ne diyordu bu adam” diyerek en az on sayfa geriye dönmek zorunda kalıyorum. Bahardan herhalde. Bir de akşamları yatmadan Halide Nusret Zorlutuna okumaya başladım. Türkçesi şiir gibi. Rilke’yi okurken neden zorlandığımı biraz da o zaman anladım. Uydurukça kelimelerden sıkılıyorum galiba.
Müzikallerse bambaşka bir dünya. Senin yazdıkların aklıma Danny Kaye’i ve o unutulmaz gösterilerini getirdi. Orkestrayı yönetmeyi bırakıp dans etmeye başladığı anları…
İnan ben de bu yazının yorumlarının bu kadar güzel, keyif verici sohbetler haline döneceğini hiç beklemiyordum. O kadar sürpriz oldu ki.. Ben ce çok mutlu oldum.